24 Ocak 2011 Pazartesi

TOKAT MİSALİ FARK EDİŞLER

     Güneş hiç olmadığı kadar cömertti o gün. Tepemde esen soğuk rüzgarlara meydan okurcasına gelip, tenimi ısıttı.  Sanki az önce kusarcasına söylediğim sayısız küfürü işitmişti. Tavrına bakılırsa arta kalan birkaç eskimiş umudumu gün yüzüne çıkarma niyetindeydi.
       Bense bu cömertlik karşısında elim kolum bağlı tepkisizce oturuyordum. Donuk bakışlarım arada bir, yolcuların attığı gevrek parçaları sayesinde bayram sevinci yaşayan martılara kayıyordu, hepsi o kadar!.. Etrafımdaki hiçbir şey beni ilgilendirmiyordu. Gözlerimi karşı kıyıya dikmiş görmeden bakıyordum sessiz hareketliliğe. Birbiri ardına sıralanmış onca düşünce, kıyı şeridindeki arabalar gibi hızlıca ve sonu gelmeksizin akıyordu beynimin içinde.  Ama  durdurmaya yönelik ne bir çabam ne de çabayı yaratacak en ufak bir arzum vardı.
       Gözlerimi kapadım biraz sonra. Hızlıca akan onca düşünce, sormaya korktuğum yüzlerce soruyla birlikte üstüme yürüdü. Nefessiz kaldım.. Zamanın bir yerinde öylece asılı kaldım. Körfez rüzgarı yüzüme vurdukça bir kez daha onsuz kaldığımı anladım. Artık yanıbaşımdaki martılar bile uzaktılar. Martılar yaklaştıkça ben uzaklaştım..
      Yirmi dakikadır sürüyordu yolculuğum.. Sanki  günlerdir yoldaymışım gibi geldi.   Alsancak İskelesi'nden Karşıyaka'ya geçmek hiç bu kadar uzun olmamıştı daha önce. Biranönce varmak istiyordum. Karşı kıyıdan merhamet dilendim var gücümle. Beni sarmalamasını, güvenle içine almasını istedim. Ama ne dilersem dileyim şu lanet olası körfezi bir türlü geçemedik.  Ne karşı kıyı duydu sesimi ne de geride bıraktıklarım en ufak bir teselli türküsü mırıldandı. Çaresiz kaldım..  Çaresizliğim, acımı korkmadan yaşamamı istedi benden.  Islandım sonra. Kendi yağdırdığım yağmurların altında umarsızca ıslandım. Çatlayan dudaklarımdaki çukurları, durmadan akan yaşlarım doldurdu. Tuzlu damlalar her dokunuşta daha fazla yaktı içimi.
       Bu kadar zor olacağı gelir miydi aklıma?  O hararetli kavgalarda bile bir sonumuz olduğunu düşünme cesareti bulamadım. Meğer  korkularımla yüzleşme vaktiymiş bu yakama yapışan.  Korkunun ecelime faydası dokunmadı. Öldüm sonra.   Aniden saplanmış bir bıçak, dokunduğu yeri parçaladı ve ayrıldı bedenimden.. Öylesine  kaskatı kaldım olduğum yerde..
       Kordon'da, Ömer Ağa'da her zamanki masamıza oturmuştuk. Her zamanki gibi iki sıcak çay söyledi oturur oturmaz. " Bir senden bir de şu güzelim çaydan vazgeçemem."  derdi hep gülerek. Vazgeçilmezi olduğumu duymak rahatlatırdı da, çayla kıyaslanmak çok  gücüme giderdi.. Öyle bir çay tutkusu vardı ki iki gün çay içmese ölecek sanırdınız.  Tüm yorgunluğunu o içtiği iki yudum sıcak çayda unuttuğunu söylerdi. Bu derece bir bağımlılığı ömrü hayatımda ne duymuş ne de görmüştüm bense. Bu durum epey canımı sıkardı.  Kimi zaman bardağın ince belini  tutkuyla saran o incecik parmaklarını bile kıskanırdım. Kıskanırdım da bir şey diyemezdim.. Çayını aşkla yudumlayan bu  adamı daha fazla bir aşkla izlerdim sessizce ve çaresizce. 
      Öyle çok seviyordum ki onu.. Hem de nasıl bir sevmek!.. Onsuz bir  hayatı düşünmek şöyle dursun, onunla geçiremediğim her bir anı yitirilmiş  zamanlar olarak sayıyordum. Sürekli bastırdığım korkularımın başında onu kaybetme korkusu geliyordu. Ne var ki, hiç bir zaman söyleyemedim bunu kendime. Düşüncesini bile kaldıramadım.. 
     Çaylarımız geldi biraz sonra. Şekerini atıp karıştırmaya bile fırsat vermeden tutup sardı ince belini bardağın. Telaşla demli, acı çayından bir iki yudum aldı. Şaşırdım. Şekeri bıraktığından haberim bile yoktu. Neden böyle yaptığına anlam veremezken bir yandan da yavaş yavaş içimde büyüyen korkuyu bastırmaya çalıştım. İçim içimi yiyordu yemesine ama cesaret edip  neyin var sevgilim diye soramıyordum.  Tedirgin bir hali vardı ve daha bir sıkıyordu sanki bardağın ince belini. Ona her uzanışında  tedirginliğinden kurtulup bir nebze rahatlıyordu sanki. Üst üste dört bardak çay içti. Az konuştu. Bense ondan çok konuşmama rağmen hiçbirini söyleyemedim. 
     Aniden yarım saattir elinde sıkıca tuttuğu bardağı tabağına koydu. Bir şeyler gevelermiş gibi söylendi. Tedirginliği bir o kadar daha artmıştı. Gözlerini kaçırdı her buluşmasında gözlerimle. Korkum giderek büyüdü.. İçime sığdıramadım..Kulaklarımdaki uğuldama dünyayla aramdaki bağı koparmıştı neredeyse. İşte tam bu sırada ağzından boşluğa uzanan bir iki kelime tepeme binlerce metre yükseklikten iniverdi ve ben oracıkta öylesine kalakaldım. O gitti, geride bir ben kaldım.. Ayrılık kelimesi dudaklarına hiç yakışmayacaktı oysa..
     Hiç ummazdım Alsancak'tan bu kadar nefret edeceğimi. Söyleseler inanmazdım. Tepkisizce çakılı kaldığım sandalyeden bir daha oturmamak üzere kalktım. Yürüdüm.. Beni kucaklayacak olan Karşıyaka'ya hiç duymadığım özlemi duydum o an.
       Yolculuğum hala sürüyor.  İskelenin yanıbaşındaki insan selini seçebiliyor artık gözlerim. Biraz önce elinde koca bir tepsiyle kır saçlı bir adam yanıma yaklaştı. İnce belli bardakta tavşan kanı bir çay uzattı elime.  Ve ben elimdeki bardağa tercih edilmiş, onca terkedilmişliğimle bir kez daha kalakaldım..

(doğmayacak bebeğin anneye mektubu)

Ey sevgili,
Küçüktüm.. Bir fasülye tanesine sığdırabildiğim varlığımdan ibaretti hayat. Bir demet umuttu içimde büyüyen..Büyüdükçe sevincime dönüşen.. Sonra birbiri ardına heyecanla bölünen ve bölündükçe asıl bana benzeyen bir ben vardı işte.. Hayallerim vardı.. Henüz benim olmayan nice hayalin özlemi içimde...  Binlerce yaseminin kokusu, kuşların o huzur verici cıvıltısı, eşsiz manzaraların onca görüntüsü ve her bir meyvanın acısı, tatlısı... Biraz hüzün, biraz mutluluk ve siyahtan beyaza doğru bir gökkuşağı.. Henüz yetkili bile değilken yaşamaya, yaşamı içine çeken bir ben vardı..
Sevgilerim oldu sonra. Beni çevreleyen şu incecik duvarların arkasına değin uzanan sevgilerim oldu ve sol yanımın boşluğunda sızlayan yaralarım.. Hayalini bile kuramadığım sen yerine, karanlığa söyledim sevda türkülerimi. Bir silüetlik hasretin uğruna sabırsız bekleyişlerim oldu.. Yıkılsın istedim bu duvarlar. Gökyüzüm seninle aydınlansın. Sonra güneş sonsuza değin ısıtsın ikimizi. İçimdeki hasretlik son bulsun böylece. Ninni sıcaklığındaki uğultun, bu biçim almamış bedenimi sararken, seninle birlikte  yeni bir ben olsun istedim..
Bekledim.. Kozasına sarılmış tırtıl misali bekledim..Oysa ki kozada bekleyen, doğum yerine ölüme gün sayarmış..  Bilemedim.. Varla yok arasında gidip gelen benlik, hiçbir zaman uçuramadı kelebek kanatlarımı.
Sonra birgün aniden parçalandım sevgili.. Duvarlarımı birer birer üstüme yıktılar.. Fasülye tanesi bedenim tuzla buz oldu.. Seni saracak kollardan eser kalmadı.. Yuvalarına yerleşememiş gözlerimi bile oydular.. Ve ben yaşartamadığım pınarlarıma rağmen ağladım.. Her fırsatta oluk oluk kanadı içim. Senden geriye bir ben umdum. Benden geriye bir hiçlik çıktı karşıma..
Kim diye sordu ufalan her bir parçam.. Kim?.. Yarım kalan tebessümlerinin katili kim?
...........
Sessizliğin içinde adını fısıldadılar sevgili.. Korkusuzca bir çırpıda söyleyiverdiler işte.. Utanmadan, sıkılmadan..
Boşlukta sürüklendi  benden arda kalanlar.. Sonra rüzgarda yavaşça savrulup  sakince yere indiler.. Onca parçalanmışlığın içinde ölü bir beden bıraktım şimdi.. Karşılıksız bir sevgi ve  günışığına çıkamadan yerle bir olmuş bir hayat .. Açamadan dalında solan çiçektim, kokamadan karıştım toprağa.. Oysa ihanetin hiç yakışmayacaktı ölümsüz sandığım sadakatine.. Bölündükçe küçüldü sevinçlerim.. Küçüldükçe karıştım sonsuzluğa..
Sevgilerim sevgisizliğinde eridi, ne duruyorsun sevinsene!.. Kurtuluşun olmak için yokoluşlara razı geldim.. Sen ise bir çırpıda üstüme bastın, zaman kaybetmeden  karıştın kalabalıklara.. Şimdi düşünüyorum da, etrafını sarmalayan onca insana rağmen, kendi yanlızlığına dayanabilcek misin ey sevgili?

yağmur, gece, sonsuzluk ve ölüm

Karanlık çöktü yine alçak tepelerime.. Gecenin bu kör  karanlığı her düşen yağmur damlasıyla birlikte yanlızlığımı bir kez daha yüzüme vuruyor. Alçak ve ıssız tepelerimde bir ben kaldım şimdi; bir de inadıma yağarmışçasına boşalan yağmur.. Korkmuyorum ne geceden ne de yağmurdan!.. Yanlızca geceyle ve yağmurla birlikte bana sokulan yanlızlığım korkutuyor beni.
     Ölüm kimi zaman kurtuluşummuş gibi el sallıyor bana gökyüzünden. Karşılık vermek, ona koşmak ve bambaşka  masallara yolculuk yapmak için delicesine çırpınsam da nafile.. Arkasındaki sonsuzluk sinsice sırıtıyor ve yeniden hatırlatıyor yanlızlığımı.
  Sonsuzluk;  Ne başı var ne de sonu.. ve bu kocaman boşlukta çaresizce çırpınmak, çaresizliğimi hiç umulmamış  korkulara dönüştürüyor belki de.
  Gece; birbirine karışmış darmadağın hayallerimi çağırıyor
  Yağmur; sensiz düşen her damla göz yaşının en gerçek kanıtı belki de..
  Sonsuzluk; nefesimi her saniye bir kez daha tüketen, dalgalarıyla boğuştuğum uçsuz bucaksız bir okyanus..
  Ölümse; sonsuzluk denizine ulaşabilmek için geçilen bembeyaz ışığın altındaki o malum kapı..
                                                       
                                              

Ey sevgili dost,
Çok küçük yaşlarda tanıdık biz birbirimizi. O sıralar babamın yokluğu bana oyun gibi geliyordu. Çocuk aklım onsuz yaşayabileceğim gerçeğini bir türlü kabullenmedi.. Bense hala her çalan kapının ardında onu bulmayı umuyordum. Umuyordum ya, hiçbirinde umduğumu bulamadım. Bu yüzden çaresizliğime boyun eğdim zamanla. Ve bu zamanın bir yerinde karşıma sen çıktın.
Mahallemize, babam gittikten hemen sonra taşınmıştınız. Birgün bizim apartmanın önünde, tek başıma oyun oynadığım bir sırada seni gördüm. Beni sıcak gülümsemenle kucaklayışını hayretle karşıladım. O zamana değin görmediğim bu sıcaklık karşısında nasıl davranacağımı bilemedim önce. Şaşkınlığım geçince elimi uzattım sana ve sen benim en iyi arkadaşım oldun..
Ne çok oyun oynardık seninle o zamanlar..Öyle ki bir süre sonra annem bile sensiz bir ben düşünemez oldu. Şu meşhur akşam gezmelerine çıkmadan önce, canım sıkılmasın diye senin elinden tutar,  doğru bize getirirdi..  Birlikte dünyadan kopacak kadar güzel vakit geçirdiğimizi bilirdi de gözü arkada kalmadan çekerdi kapımı. Nereden anlamıştı birbirimizi bu kadar sevdiğimizi? Belki de anlamaya gerek duymadan öylesine kabullenmek istemişti, kim bilir..  
İlkokula yeni başladığımız günleri hatırlıyorum da, sınıftakilerden farklı olarak sadece biz tanıyorduk birbirimizi. Onlar yeni bir ortama girmenin gerginliği içinde durmaksızın ağlarken biz  kol kola karşılarına geçip gülüyorduk. Ne kadar da komiktiler!.. Sonra zaman geçtikçe, ben sınıftaki herkesin yavaş yavaş adını öğrendikçe sen tüm bencilliğinle küsüp gitmelere başladın tenefüs aralarında.. Giderek benden uzaklaştın..
Bu anlamsız kıskançlığa  akıl sır erdiremedim ama ne yalan söyleyim birgün bile aramadım arkasını. Artık etrafımda benimle oynayabilecek bir sürü arkadaşım vardı. Beni bırakıp gitmelerin hoşuma gitmese de, sırf bunun rahatlığıyla sorgulama gereği duymadım. Ama günün birinde, çok sevdiğim bu yeni arkadaşlarım gözlerini kırpmadan attılar beni oyundan. Oysa mızıkçılık yapan ben değil onlardı. Sırf bunu yüzlerine vurduğum için varlığımı kaldıramadılar.  Kendi başıma ne yapacağımı düşünmeye başlamıştım ki, tekrardan sessiz sessiz bana sokulduğunu gördüm. Eskisi gibi benimle olmak istediğini çıkardım davranışlarından. Mahcubiyetimi saklamadan, elimden geldiğince sana kollarımı açtım. Yeniden en yakın arkadaşımdın işte..
Güzel zamanlarımız oldu bizim. Sessizliğimi senin sessizliğinde eritip o hiçbir zaman tadına varamadığım çocukluğumu yaşadım. Senin yanındayken hep daha mutlu, daha umutlu ve güvende hissettim. Gün geldi, annem bile kandırdı beni yalanlarıyla. Ama sen en ufak bir kandırmaca oyununa girmedin. Annem gibi, mızıkçı arkadaşlarım gibi oyunbozanlık yapmayışını sevdim. Ta ki beni bir kez daha hayal kırıklığına uğratana dek.
Her şeyin güzel gittiğini düşündüğüm bir an, aniden çıktın hayatımdan. Oysa sessizliğimizden hiç bu kadar hızlı kopmamıştın. Ben yine senle sensizlik arasında bir yerlerde asılı kaldım. Sen ise hayatımıza yeni giren insanlara rağmen hala birbirimize yetebileceğimize bir türlü inandıramadın kendini. Çocukluğumuzda olduğu gibi bencilliğine büründün ve uçuverdin semalarımdan.
Üniversiteye yeni başladığımız yıldı ve ben hayatımda ilk defa birini sevdim.  Aklımda hayalini taşıdığım zamanlarda, onu bir sana anlattım. Günlerce ve gecelerce sevda türküleri mırıldandım durmadan. Tüm bu zamanlarda sen hep yanıbaşımdaydın. Sonunda bir gün hislerim karşılık buldu.  Ama sen verdiğin onca aklı unutmuş gibi, sevincime bozulmuş gibi arkana bakmadan çekip gittin. Sevdamı kazandığım sıra seni kaybettim. Defalarca kendime sordum gidişini.  Şeytanın dürttüğü zamanlarda benle aynı sevdaya düştüğünü bile sandım.  Ama hiçbir zaman bilemedim gerçeğin kendisini.. Hiçbir zaman bilemedim ey sevgili dost!..

Sadece ikimize ait olan bir dünyayı yok saymamaymış sitemin. kendi mutluluğumda, sevdamda seni aramaz sormaz olmam sebep olmuş kırılışına... vefasızlığımla seni parça parça yok ettiğimi görememişim. seni istemeyecek kadar kaptırmışım kendimi sevda oyununa. istediğim müddetçe var olduğunu istenmediğinde gidecek kadar gururlu olduğunu  unutmuşum yalnızlığım. kendimle sevdamla o kadar dolmuş taşmıştım ki yokluğunu uzun bir süre fark etmemişim. Ta ki sevdasızlığımla başbaşa kalana kadar...
şimdi sensizim ey sevgili dost. yüzüm yok kollarına atılmaya ama o kadar çaresizim ki. sen., yalınızlığım kendi kendiliğimde en büyük rehberim, en büyük sığınağım... ne olur  aç kollarını, sar sarmala beni ve bildiğim tanıdığım diyarına kabul et tekrar..!

...


Kalemim pervazsızca dolanıyor 

Daracık satırlarında kağıdın.
Bense  önüme açılan yüzlerce sayfaya  rağmen,
 Yazamıyorum..
İçimde hapsolmuş her bir söz,
 Ruhumun derin çıkmazlarına takılıyor.
Bense  varlığımı sarmalayan onca yüke rağmen,
 Yazamıyorum..
Benliğim zamanın oyununa aldanmış,
 Yitiyor saniyenin içinde.
Bense günden güne erittiğim farkındalıklarıma rağmen,
 Yazamıyorum..
Biriktirdiğim sevinçler,
 Güz yağmurlarına tutuluyor  bak!.
Yeşeren hüzünlerim bile toprak oluyor.
Ne akrep anlıyor halimden,
Ne yelkovan çare buluyor;
Bense  yaprak yaprak dökülen her bir parçama rağmen,
 Hala yazamıyorum..

İkilem

     Bulutluydu hava ve ruh hali epeyce karanlık.. Yarı  çekilmiş perdeden içeriye sızmayı başarmış o zayıf  ışık, yüzündeki şaşkın ifadeye işaret ediyordu sanki.  Utancını,  pişmanlığını, acizliğini ve çaresizliğini  tüm çıplaklığıyla sergiliyordu dışardan bakanlara.  Sürekli kafasında büyüttüğü  ve tüm vücuduna amansızca yaydığı o gereksiz olasılıklar silsilesi zehirliyordu her bir hücresini.  Yaşananları geri alacak gücünün olmadığını kabullenmesi, ne kadar da zordu onun için. Altında kaldığı pişmanlık duygusu, nefes alıp vermesini giderek daha da imkansız hale getiriyordu. Her şey bir anda oluvermişti işte.   Şaşkınlık ve merakla  bakan gözleri saatlerdir içinde bulunduğu ve bir türlü dile getiremediği bu karmaşık ruh halini biraz olsun anlatmaya yetmişti.  Bedenindeki bu karmaşaya bir an için  son verebilmek adına tüm varlığıyla çaba gösterdi ve saatlerdir hareketsiz bir şekilde  oturduğu koltuğundan ani bir girişimle kalktı. İçinde bulunduğu anın sıradanlığını kendine kanıtlamak istermişçesine gidip  kendine bir duble rakı koydu. Aslında biraz da iyi hissetmek ve yaşadıklarını sakin bir kafayla düşünebilmek içindi alkole uzanışı. İş dönüşü yorgunluğunu atmak için, bir parça kavunla yapılmış ufak demlenmelerinin bu seferkiyle pek alakası yoktu bu yüzden.
       Az önce hızlıca kalktığı koltuğuna, daha sakin görünmeye çalışarak yeniden oturdu. Rakısından acı bir yudum aldı ve loş odada kendisini oyalayacak bir şey arandı.  Tam o sırada  sehpanın üzerine saçılmış  birkaç araba dergisinden en üsttekine uzandı eli.  Dikkatle çevirdiği sayfaların içinde kaybolmak istermişçesine çabaladı. Ama çabası yetersiz kaldı. Elindeki dergiyi sehpanın üzerine koydu ve tam karşısında duran televizyona yöneldi bu kez. Güzel kadın ve   yakışıklı adamın dillere destan aşkını anlatan o meşhur televizyon dizisiydi ekrandaki. Dizi izlemekten hoşlanmadığı halde hemen değiştirmedi kanalı. Kadın ve erkeğin birbirlerine söylediği klişeleşmiş replikleri normalde çok bayağı bulurdu. Ama bu kez duymakta ısrar etti. Söylenen her bir sözden sonra, aşklarını  onayladığını gösterircesine kafasını  öne ve arkaya salladı. Yavaş yavaş içtiği rakısını bir dikişte kafaya dikti sonra.  Derin bakan gözleri  başka alemlere doğru yol aldığını söylüyordu ki, tam da bu sırada çalan  telefonun sesiyle irkildi.   Daha kimin aradığını bilmeden, açıp açmama konusunda tereddüt yaşadı birkaç saniye. Sonra  ısrarla çalan telefonunu, sehpaya saçılmış dergilerin arasından bulup çıkardı.  Arayan nişanlısıydı.
      Nişanlısıyla yaklaşık iki seneden beri güzel bir beraberlikleri vardı. O da kendisi gibi başarılı bir makine mühendisiydi. Aynı işyerinde tanışıp önce iyi arkadaş olmuşlar, sonra da birbirlerinden etkilenip ilişkilerini farklı bir boyuta taşımışlardı. Evlenme kararını alalı  bir iki ay olmuştu ve ilişkilerindeki  her şey istedikleri seyirde ilerliyordu. Ta ki bugüne kadar..
      Telefonu açtığında isteksizce söylenmiş kuru bir alo çıktı ağzından. Bu beklenmedik  cevap, onu aşkla arayan sevgiliyi hüsrana uğrattı ve kötü bir durum olması ihtimalini düşündürdü ilk başta.  Bunun üzerine nişanlısına herhangi bir problem olmadığını söyledi. Ama sesi o kadar sert çıkmıştı ki böylesine bir çelişkide  hayatının kadınını, iyi olduğuna inandırmasına imkan yoktu.  Tutarsız davranışına kendisi bile şaşıyordu. Diğer taraftan sert tutumunu sürdürmekte ısrarlıydı da.  Telefon aynı soğuk hava içerisinde kapandı. Görüşmeden  geriye bir sürü cevapsız soru, hayret ve çaresizlik kaldı.
       Ne yapacağını bilemeden, elinde telefonla öylesine kalakaldı salonun ortasında. İlk hissettiği, dumanını sorgusuzca içine çekebileceği bir sigaraya olan açlıktı.  Ama bulamadı. Son sigarasını eve ilk geldiğinde içmiş, sonradan dışarıya çıkacak mecal bulamamıştı kendinde. Umudu iyice kırılmış vaziyette, mutfağa yöneldi.  Dolaptan çıkardığı  rakı şişesiyle bir sürahi soğuk suyu salona taşıdı.  Boş bardağına yeni duble rakısını koyarken,  aklına bir arkadaşının hediye ettiği purolar geldi.   Normalde olsa bu durumda puro içmez,  düşünmeden markete sigara almaya koşardı. Hem dahası rakıyla puro aynı anda hiç gider miydi canım ?  Bunun usulü böyle miydi? Görenler, ağzının tadını bilmiyor musun kardeşim diye sormazlar mıydı ona?  Sakladğı dolaptan o afili, şık puro  paketini özenle çıkardı. Biraz önce  tepesinde uçuşan onca soruya aldırmadan, bıkkın vaziyette içkisinin yanına yaktı purosunu. Rakının acılığı, puronun yaktığı boğazında bambaşka bir aromaya dönüştü. Hatta giderek hoşuna giden bir tat bıraktı dudaklarında.  Asla ummazdı böylesine alakasız bir deneyimden bu derece zevk alabileceğini. Ama olmuştu işte.
      İçinde bulunduğu zamanın gerçekliğine inanmadan, şöyle bir iç geçirdi. Otuz yaşına gelene dek, hayatının yalnızca iyi ve kötü, doğru ve yanlış, güzel ve çirkinden ibaret olduğunu sanırdı. Öğretilenden  fazlasını hiçbir zaman istemedi  ve bu yüzden etrafındaki kalın duvarları yıkacak gücü bir türlü bulamadı kendinde.  Şimdi nasıl oluyordu da normalde asla bir araya getirmeyeceği bu saçma puro-rakı ikilisi hayatının orta yerine kocaman bir çizgi çekip  duvarlarını yıkmayı  başarabiliyordu?  Var gücüyle  ayağa kalkıp yüzüne vuran zayıf ışığa doğru yöneldi. Pencereyi sonuna kadar açıp soğuk ama diriltici havanın odaya dolmasına izin verdi heyecanla. Dudaklarında beliren korkak gülümseme gittikçe büyüyerek yüzüne yayıldı. Şimdi hayalinde, bu sabah  tutkuyla öpüştüğü Bora’dan  başkası yoktu…